Sunday, December 26, 2010

"her şeyi bırakıp restoran açıcam ben" diyenlere

bazı şeyler vardır, ilk bakışta onu seveceğinizi anlarsınız.
bazı insanları sırf bakışlarından seversiniz, bazı kitapları isimlerinden, bazı filmleri konularından.. daha önceki deneyimleriniz zaten rehberinizdir seçimlerinizde.
ben de 5. Kat dvd'sini görünce "kesinlikle çok sevicem ben bu filmi" diye aldım ve sonunda hiç de şaşırmadım.

Yasemin Alkaya'nın "işte sıradan bir gündü" dedirten oyunculuğu, restoranlarda hep kapalı kapılar ardında kalan "mutfak muhabbetleri", yıllardır içimde bir yerlerde sakladığım "bırakıp her şeyi bir mekan mı işletsem yahu" duygusu kilitledi beni filme.

5. kat, bilenler bilir, Yasemin Alkaya'nın 11 yıldır Cihangir'de işlettiği bir restoran. "dükkan" diyor filmde birkaç kere, çok seviyorum. büyük-küçük ya da verdiği hizmet fark etmez, dükkan işte.

her gün gidilecek, baştan aşağı kontrol edilecek, eksikler giderilecek, aksaklıklar çözülecek, müşteri memnun edilecek. her gün sil baştan.

hizmet sektöründe çalışanlar bilir müşteriyle uğraşmanın ne kadar zor olduğunu. "mutfakta" ne olursa olsun, asla yansıtamazsınız müşteriye. ayrıca müşteri her daim haklıdır. itiraz edemezsiniz. tatil köyünde çocuk klubünde çalışırken kafama vura vura öğrettikleri ilk şeydi bu; müşteriyle tartışamazsın ve hatta müşterinin önünde kimseyle tartışamazsın. biri geceden kalmadır, çıkamaz odasından, sen koşarsın; öteki havaalanına gider, onun işini sen yaparsın; çocuklar ağlar, başa çıkılamaz, sen koşar susturursun... her şey olağan aksaklığıyla devam ederken bir anda çocukların aileleri gelir. hepsinin derdi ayrıdır ve hepsi en çok kendi çocuklarının sevilmesini ve onunla ilgilenilmesini ister. sen de koşulsuz yaparsın. her çocuğun anlatılacak bir hikayesi olmalıdır. her çocuk ailesine o günden bir hikaye anlatmalıdır. senin görevin de o hikayeyi yaratmaktır.
şef gelirdi gün içinde, "iyi misiniz? ben iyi değilim. çünkü çocukların ağızları kulaklarına gelmeli" der giderdi. çocuklar gülerse, aileler de gülerdi.


5. katı izlerken hep o günler geldi aklıma.
çocukları gösteriye hazırlarken yaşadığımız sıkıntılar; kostüm-makyaj stresi; denizde, karada, oyun odasında eğlendirme çabalarımız...
ödül töreni yapılacak, birinin o diplomaları yazması gerekiyor, şekerler nerede, neden hala alınmadı, müzik sistemini kurdunuz mu, bahçeyi süslediniz mi, ikramlar geldi mi...

bir gün kıyı kasabasına yerleşip restoran açma hevesinde olanlar bir kez daha düşünsünler filmi izlerken. sular akmayacak, asansör bozulacak, kasapta istediğiniz et kalmayacak ve hatta şefiniz bir gün size olan aşkına karşılık bulamadığı için bırakıp gidecek. kadın olmak her daim, her sektörde zor. erkeklerle iş yapıyorsanız daha da zor. öncelikle sizi bir sex objesi olarak görmemelerini sağlamalısınız. ya kadınsı görünüşünüzden taviz vereceksiniz, ya da otoritenizden asla taviz vermeyeceksiniz. bir şeye sinirlendiğinizde haklı olup olmamanız değil, kadın olmanız dert olacak. kadın gene kapris yaptı, kadının gene periyodu yaklaştı... ne kadar tanıdık değil mi?

3 ay boyunca her akşam mutfağa giriyor Yasemin, 3 ay boyunca her akşam 100 kişiye yemek yapıyor. başlangıçlar, ara sıcaklar, ana yemekler birbirine girmeden çıkmalı o mutfaktan. kim sağlayacak bu düzeni? şef. şef nerde? işletmeciye aşıktı, karşılık alamayınca onu cezalandırdı, işi bıraktı gitti.

gece sona erer, bir yandan garsonlar ortalığı toparlar, Yasemin elinde kadehi Boğaz manzarasına bakar..
"Bir gün olur ya 5. kat hayatımdan çıkarsa, bazen düşünüyorum acaba en çok neyini özlerim, ya da özler miyim, ya da en çok nasıl hatırlarım 5. Kat'ı. İskambil kağıdıyla ev kurmaya benziyor. Her gün her şeyi yeniden yapıyorsun ve ikinci katı çıkma şansın hiç yok. Her gün aynı şeyleri baştan yapmak zorundayız. Bir gün elektrik gidiyor, bir gün doğalgaz yok, bir gün asansör bozuluyor, bir gün en güvendiğin personel gelmiyor. 3 aydır mutfaktayım, çünkü aşçım kaçtı. Ama bu problem için yapabileceğim hiçbir şey yok."

şöyle diyor benim zihnim de o anda "oturup yemekleri benim yapmam dışında."

5. Kat
dvd (2005)
Yapımcı-Yönetmen-Senarist-Oyuncu
Yasemin Alkaya

Sunday, September 12, 2010

Çevrimiçi Savaşlar: Mark Zuckerberg ve Facebook

[Facebook’a Hoş Geldin]

Facebook çeşitli üniversite öğrencilerini sosyal ağlarla bir araya getiren çevrimiçi bir rehberdir.

Facebook’u şunları yapmak için kullanabilirsiniz:

Okulunuzda okuyan kişileri aramak;

Kimlerle aynı sınıfta olduğunuzu öğrenmek;

Arkadaşlarınızın arkadaşlarını görmek;

Sosyal ağınızı görüntülemek.


Kaydolmak için, aşağıdaki bölümü tıklayınız. Kaydolduysanız, giriş yapabilirsiniz. (s.80)



4 Şubat 2004’te Harvard Üniversitesi Kirkland öğrenci yurdunda Mark Zuckerberg hazırladığı internet sitesini arkadaşı Eduardo Saverin’e gösterdiğinde böyle yazıyordu sayfada.

Peki Facebook gerçekte neydi, ne için kurulmuştu ve sonra neler olmuştu?

Yakında sinemada filmini (The Social Network) de izleyebileceğimiz “Kazara Milyarder” isimli kitapta Ben Mezrich bu soruları yanıtlamaya çalışıyor. İki arkadaşın yollarının nasıl kesiştiğini, süreçte hangi rolleri üstlendiklerini, Facebook fikrinin ortaya nasıl çıktığını ve bir başarının arkadaşlıkları nasıl yok edebildiğini tartışıyor.

6 yıllık hikayeyi birkaç cümlede özetlemek elbette ki mümkün değil. Zaten bu hikayeyi okuyabileceğiniz, yukarıda bahsettiğim kitap dahil, birçok mecra varken bu yazının amacı da o değil. Bu yazı, bu satırları okuyan hemen hemen herkesin de bir sayfasının olduğu Facebook sitesinin temel amacının ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Eğer bu amacı anlayabilirsek, bugün insanların saatlerini harcadıkları bu sitenin kullanımını da değerlendirebiliriz. Bu yazı, bu satırları okuyan hemen hemen herkesin bir parçası olduğu sosyal medya bağımlılığının arkasında yatan felsefeyi anlamaya çalışıyor; neden sürekli statümüzü güncelliyor, profil fotoğraflarını değiştiriyor ve fotoğraflarımızı bu sitede paylaşıyoruz? Dikizlediğimizi biliyoruz ve dahası dikizlendiğimizi biliyoruz. Böylece mahremiyetin ortadan kalktığını, internet sayfasına konulan hiçbir şeyin evrende yok olmayacağını da biliyoruz. Bizi Facebook’tan uzaklaşmaktan alıkoyan ne?


Ben iki olguyla açıklayabildiğim iki unsur tespit edebildim ki bunlardan biri zaman ve mekan, diğeri de bireylerin utangaçlığı ve de üşengeçliği.

Bugün o kadar çok şeyle uğraşıyoruz, gün içinde o kadar çok uyarıcıya cevap vermek zorundayız ki bir de çıkıp sosyalleşecek vaktimiz olmuyor. Hepimizin programları çok yoğun; aynı anda birkaç şeyle birden uğraşmak zorundayız ve her birinde en iyisi olmak için çok çalışmak zorundayız. Öte yandan, küreselleşme hepimizi dünyanın başka uçlarına serpiştirdi. Birbirimizi bulabileceğimiz, birbirimizden haber alabileceğimiz, yapacağımız güncellemelerle aranın açılmasına izin vermeyeceğimiz yegane yer oldu Facebook.

Bize yepyeni bir insan olma imkanı, sonsuz özgürlük sağlayan Facebook utangaçlık ve üşengeçlik için de bir çare. Karşı cinsten birini gördüğünde lal olan kişi ekran başında kendini rahatça ifade edebiliyor. Kimi zaman hile yapıyor başkalarının cümlelerini yazıyor statüsüne ya da fotoğraflarını koyuyor profil resmine ama sonuçta “kazanabileceğine” dair bir umut taşıyor. Her zaman hilekar olmasına da gerek yok, Facebook sağladığı çeşitli uygulamalarla, video ve haber paylaşımı gibi, kendinizi olduğunuzdan daha “cool” gösterebileceğiniz bir alan.
Bütün bunları evinizde oturup klavyenin başında soğuk biranızı içerken yapabiliyorken giyinip sokaklara çıkmanın ne anlamı var? Özellikle de amacınız sadece karşı cinsle flört etmekse, Facebook size her şeyi bedava ve koşulsuz sunuyorken, sokaklarda para harcamaya ve çeşitli kurallara uymaya ne gerek var?


Taylor ve Cameron Winklevoss kardeşleri, “Kazara Milyarder” kitabında, Facebook fikrini Mark’ın aklına sokan kişiler olarak görüyoruz. Bu ikiz kardeşler Harvard kürek takımındalar ve çok yoğun antreman programları var. Dolayısıyla sosyal yaşamları üye oldukları okul kulübü dışında sıfıra yakın ve bu durumdan kurtulmak için Harvard Connection isimli bir site kurmak istiyorlar. Mark’ı da bu sitenin yazılımcısı olarak görevlendiriyorlar. Mark onları oyalarken Thefacebook.com’u Eduardo’nun finansal desteğiyle kuruyor. Bu siteye üye olmak için harvard.edu ile biten bir mail adresinizin olması gerekiyor. Dolayısıyla ilk başlarda Facebook sadece Harvard öğrencilerine yönelikti. Talep artınca site önce diğer Amerikan üniversitelerine, daha sonra da liselerine açıldı. Bugün dünyanın 3. Büyük ülkesi olabilecek denli nüfusa sahip olan Facebook felsefesini Winklevoss kardeşlerin Harvard Connection sitesini tanımlamalarında bulmak mümkün aslında:

Taylor ve Cameron, Harvard’ın seçkin öğrencileri olarak üniversitedeki sosyal hayatın ne denli sıkıcı olduğunun farkındaydılar. Kendileri gibi kızlarla tanışmaya hazır erkekler asla yeterince kızla tanışacak fırsatı bulamıyorlardı, çünkü onları kampüste popüler yapan işlerle uğraşmak zorundaydılar. Sosyal hayatı renklendirmeye yönelik bir web sitesi bu sorunu çözebilir, kızlarla erkeklerin tanışabileceği bir ortam yaratabilirdi. (s.32)

Winklevoss kardeşlerin hayallerini Mark gerçekleştirdi ve Silikon Vadisi’nin gözde çocuğu oldu ve 25 yaşında da dünya zenginler listesine girmeyi başardı. İdolü Bill Gates gibi Harvard’ı bıraktı ve kendini tamamiyle bu siteye adadı. Site onun için arkadaşlarından da önce geliyordu.
Bugün Facebook birçok kişi için arkadaşlarından da önce gelmiyor mu? Yüklediğiniz bir fotoğraf ya da videonun kaç kişi tarafından beğenileceği, kaç kişinin bunu paylaşıma sokacağı, yorumlarınızın kimler tarafından takip edildiği arkadaşlıklardan daha önemli oldu.

Kampüs hayatını çevrimiçi dünyaya taşımayı hedefleyen Facebook kampüs hayatını sıfıra indirdi neredeyse. Facebook’un yarattığı bu çevrimiçi sosyal medya çılgınlığı diğer birçok sitenin kullanımını da arttırdı. Hem kullanıcı sayıları arttı, hem de sitelerin kullanıcılara sunduğu uygulamalar.


Bugün sadece Facebook’la sınırlı değil sosyal medyada görünürlüğümüz, karşı cinsle flörtlerimiz, liderlik denemelerimiz. İlk başta, herkesin fikrini özgürce anlattığı bir alan olarak, bloglar girdi işin içine. Daha sonra da mikro-blogging olarak Twitter. Tanımadığımız takipçiler kazandık hepimiz. Gerçek hayatta hiç görmediğimiz ama başımıza gelen hikayeler vasıtasıyla sürekli olarak yazıştığımız takipçiler listemiz oldu. Farklı alanlardaki görünürlülüğümüzü farklı alanlarda verdiğimiz linklerle destekledik. Burada bir şey yazıyorsak, otomatik olarak orada da çıkmasını sağladık. Çevrimiçi savaşlar yaşadığımız günümüzde temel sorunumuz en çok hangimizin göründüğü, en çok hangimizin fikrinin görüneceği, en çok hangimiz beğenileceği, en çok hangimizin fikrinin paylaşıma sokulacağı oldu.

Mark Zuckerberg’in adını duyurduğu ve Harvard’da ün kazandığı ilk site Facebook değil, Facemash aslında. Harvard Üniversitesi’nin bilişim sistemindeki açıklardan yararlanarak bütün öğrencilerin fotoğraflarını korsan yollarla indirdikten sonra bu siteye yüklemiş ve kız öğrencilerin fotoğraflarını oylamaya açmıştı. Oylara göre kampüsün en güzel kızları listesi oluşuyordu. Kızlardan yana dertli olduğu bir gecede hazırlamaya başladığı ve bütün hazırlık aşamasını blog sitesinde dakika dakika duyurduğu Facemash sitesini şöyle açıklıyordu Mark:

Buraya görüntümüz sayesinde mi dahil olduk? Hayır. Peki, görüntümüzle ilgili bir değerlendirmeye tabi tutulacak mıyız? Evet.

Facebooktan, bloglara, oradan twittera ve daha başka sosyal medya sitelerine doğru yol alırken çevrimiçi savaşlar görüntülerden cümlelere geçildi. Artık insanları dış görünüşleri için değil fikirleri için takip ediyoruz. Hatta “twitter sadece yediğiniz içtiğiniz şeyleri yazmanız için yok, boş boş şeyler yazmayın” diye birbirimizin yazı alanlarına ve tercihlerine müdahale ediyoruz. Dolayısıyla sosyal medyada var olan görünürlük savaşlarına dair şu soru takılıyor aklıma bitirirken:

Buraya fikirlerimizle mi dahil olduk? Hayır. Peki, fikirlerimizle ilgili bir değerlendirmeye tabi tutulacak mıyız? Evet.

"Kazara Milyarder" bugün içinde bulunduğumuz sosyal medya çağının felfesini ve yaradılışındaki acımasızlık ve gözükaralığın anlaşılması için okunması gereken bir kitap. Sonuna eklenilen Yardımcı Kaynaklar listesiyle okumalar da çoğaltılabilir. Meraklılara önerilir.

Kazara Milyarder
Ben Mezrich
Doğan Kitap, Eylül 2010, 208s.

Notlar:
1. Mark Zuckerberg'in kendi Facebook sayfası var. Gelişmelerle ilgili haberler yer alıyor.
Takip için: Like Mark Zuckerberg

2. "The Social Network" filmi ekimde vizyona giriyor.
by David Fincher


THE SOCIAL NETWORK trailer 1 (David Fincher) 15-10-2010
Yükleyen myfilm-gr. - Tüm sezonlar ve tüm bölümler

Saturday, August 21, 2010

dizüstü edebiyatı: kısa yaz ki okunasın

sosyal medya çıktı çıkalı okuma ve yazma sayılarımız düştü. daha az yazıyor ya da daha az okuyor değiliz. tam tersine, sürekli yazıyoruz ve sürekli okuyoruz ama kelime sayılarımızı azalttık. kısa cümleler kuruyoruz artık. gündelik hayatımızı sık sık ve kısa kısa yazıyoruz.

uzun hikayelere tahammülümüz kalmadı artık. giriş-gelişme-sonuç istemiyoruz. "ne söyleyeceksen uzatma, hemen söyle, yoksa seni takipten vazgeçerim" diyoruz.

markaların tüketici tepkileriyle birebir karşılaştıkları ve bu sebeple sürekli kontrol altında tuttukları bu alanlar sadece pazarlama pratiklerini etkilemedi aslında. herkesin sosyal medyada yazdığı, dünün sıradan insanlarının bugünün "liderleri" olduğu bir dönemde, gazetecilik, habercilik, komedyenlik ve hatta meslekler sıralamasında en ulaşılamayan konumda olan, bir nevi kendi gettosu içinde akıp giden, edebiyat bile kendini tehdit altında hissediyor.

dizüstü edebiyatı duydunuz mu? Cem Mumcu bir gün gidiyor ve Türkiye'nin en çok takip edilen 3 blogun yazarlarını biraraya getiriyor ve onlara diyor ki "kitap yazın!"

3 blogun da yazılma amacı farklı, tarzı farklı, kitlesi farklı. tek ortak noktaları "en çok okunan"
olmak olan bu blog yazarları başlıyorlar kitapları üzerine çalışmaya; önce Pucca yerini alıyor raflarda, bu ay Samihazinses ve gelecek günlerde de her boku bilen adam. kitapların yayınlandığı Okuyanus yayınevi hemen yeni bir başlık yaratıyor bu kitaplar için: dizüstü edebiyat.

dizüstü edebiyatın dikkat edilmesi gereken ilk noktası yayınevinin bu yeni edebiyat türünü nasıl konumlandırdığı: "sıkıcı kitaplardan, klişelerden bıkanlar için artık ohh deme zamanı." benim itiraz ettiğim noktayı Asu Maro net bir şekilde yazmış Milliyet Cadde'de:
"Bir şeyi övmeye çalışırken bir başka şeyi dövmek, hele hele kitapları ‘sıkıcı’, ‘eğlenceli’ diye kategorize etmek bir yayınevine pek yakışmıyor. Okumaktan tek beklediğimiz bizi güldürmesi olmasa gerek, hepsinin yeri ayrı. Sapla samanı, popüler kültürle gerçek edebiyatı birbirine karıştırmasak keşke."

ben her zamanki gibi iki ustadın görüşlerine bakarak değerlendiriyorum bu süreci: dizüstü edebiyatı Benjamin'e sorsaydınız "bir tür demokratikleşme" derdi. Hemen karşı çıkardı Adorno ve "edebiyat popülerleşiyor" derdi. yeni bir tartışma başlar mıydı aralarında bilemiyorum. ama bana kalsa edebiyat yazılarını biçem, içerik, tür olarak sıralandırır ve sınıflandırırken, bilgisayarlarda ve hatta cep telefonlarında iki iş arasında yazılan, okunması için çeşitli anahtar kelimelerin bilerek kullanıldığı ve yazım kurallarını kuralsızlıkla açıklayan, ama kısa oldukça güzel olan bu yeni "edebiyat türü"ne kayıtsız kalamazlardı.

ben de tam ikisinin ortasında bir yerde duruyorum galiba, en optimist halimle belki de. blog okuyucularını kitaplarla tanıştıran dizüstü edebiyat neden bu insanlara kitap okuma zevkini tattırarak onları blog okuyuculuğundan kitap okuyuculuğuna yönlendirmesin ki?

son olarak, 140 karakterde, şunu demek istiyorum ve üstelik bir de görsel ekliyorum; blog okumaktansa daha çok kitap okuyun! www.chiydempic.com

yerel markalarda ulusaşırı kimlikler

başarılı markaların arkasında bulunan reklam ajanslarını, PR şirketlerini düşünüyorum ne zamandır. aslında olmayan bir şeyi, varmış ve hatta onu muhakkak kullanmalıymışız gibi gösteren mesajları düşünüyorum.

yerel ve uluslararasının içiçe geçtiği, yerel sanılan markaların arkasında uluslararası firmaların farklı yüzdelerle nasıl yer aldığını düşünürken 10 sene önce yazılmış bir yazıya denk geldim:

"Türkiye'de bir reklam ajansı Amerikan rüyasını Türkleştirme savıyla milliyetçi bir kampanya yürütüyor. Bu reklam ajansının sahibi olan grup ABD'de borsada işlem görüyor. Anti-Amerikan reklam kampanyası ile kazanılan ticari artı değer Amerikan veya İngiliz borsasındaki muhtemelen hiçbirisi Türk olmayan yatırımcılara gidecek. En azından teorik olarak. Gelişmekte olan bir ülkede Anti-Amerikan kampanya ile para kazana bir Amerikan şirketi. Müthiş tuhaf bir durum. Çelişki ve çıkmazlarıyla tam da dünyanın bulunduğu yeri söylüyor" (s.26).

Vural Çakır'ın 2003 yılında MediaCat'in 10.yılı şerefine çıkardığı Marka Dolu Marka kitabında yer alan bu örnekte bahsi geçen kurum Young&Rubicam/Reklamevi ve sözkonusu reklam da ColaTurka reklamı şüphesiz. Reklamda oynayan ve Türk mucizesiyle "aydınlanan" Amerikalı da Chevy Chase!

bu yazı Cola Turka'nın markalaşma yolunda geçirdiği 7 senelik deneyimi satış raporları, memnuniyet analizi vb unsurları da tartışarak zenginleştirilebilirdi. ancak şimdilik dikkat çekmek istediğim temel nokta yerel markaların yerelliklerini vurgularken ulusaşırı kimlikler barındırmalarıdır; gönderilen mesajlar ve göndericiler.

bir reklam filminden daha çok kısa metrajlı bir film gibi kurgulanan 2003 yapımı "açılış" reklamında ince ince vurgulanan Türk motifleri hangileridir diye düşünürseniz, filmi izlemenizi öneririm.

Cola Turka'nın bütün TV reklam kampanyaları ve ilanları için tıkla.


cola turka ilk reklamı
Yükleyen serk002. - DiÄ�er yaÅ�am ve stil videolarına göz atın.

Sunday, February 28, 2010

lolo mahsun, şaka mı yapıyorsun?

sinemadayız. ara oldu. bir anda Obama'nın sesi doldu salon. sonra da tanıdık bir ses. ama ingilizce konuşuyor. kafamı bir kaldırıyorum Haluk Bilginer.

bu ne yahu dememe fırsat olmadan anlıyorum ki Mahsun Kırmızıgül'ün yeni filmi New York'ta 5 minare'nin fragmanı oynuyor.

Mahsun sinemacı oldu. yeni bir kimlik peşinde koştuğunu söyleyenler var. ben onlara pek katılmıyorum. adamın derdi var bu memleketle. kardeş kardeşi vuruyor diye türkü söylerken de bunu anlatıyordu, güneşi gördüm filminde de.

beyaz melek çok bildik bir hikayeydi, belki hiçbir yenilik yoktu ama güneşi gördümü sevmiştim ben. tek kusuru birçok konuyu tek bir filme sığdırmaya çalışmasıydı. köy boşaltma, göçmenlik, istanbul'da sefalet, kadınların çok çocuk doğurmaları, mayınlara basıp sakat kalan askerler, pkk ve yöre halkının ilişkisi, eşcinsellik.. hepsi yarım kalmış hikayeler gibi geldi bana.

new york'ta 5 minareyi merak ediyorum. ama en çok mahsun'un senaryosunu kendi yazdığı ve kendi çektiği filmlerde oyuncu seçimini merak ediyorum.

hikaye senin, senaryo senin ve diyorsun ki bunu en iyi ben çekerim. tamam. peki neden oynuyorsun? bu memleketin en iyi oyuncularını biraraya getirebiliyorsun, insanları yaptığın işe ikna edebiliyorsun, neden peki bu oyunculuk ısrarı. hele de mustafa sandal nedir? new york'ta 5 minare diyorsun, büyük prodüksiyon diyorsun, dedektiflik rolüm var diyorsun ve başrollerde mahsun kırmızıgül ve mustafa sandal.

lolo mahsun, şaka mı yapıyorsun?

Wednesday, January 20, 2010

Tuesday, January 19, 2010

sizin hiç babanız öldürüldü mü?


babanızın son kez yattığı kaldırımdan tekrar tekrar geçmek zorunda kaldınız mı? babanızı sizden alan adamın yüzüyle defalarca karşılaştınız mı? babanızı sizden alan insanlarla aynı havayı soludunuz mu? babanızı sizden alanların alma gerekçelerini dinleme zulmüne maruz kaldınız mı? doğduğunuz, büyüdüğünüz, yaşadığınız toprakları bırakıp gitmeyi hiç düşündünüz mü? hiç bir yeri terk etmeniz istendi mi sizden? içiniz öfkeyle doluyken nefes almaya çalıştınız mı? aldığınız her nefeste biraz pişmanlık hissedip, biraz umut yeşertmeye çalıştınız mı? her gün babanız için yaşamaya çalışmak, her gün babanızın hakkını aramak için uğraşmak ama hep duvara çarpmak, hep haksızlıklara maruz kalmak duygusunu hissetiniz mi ömrünüzde bir defa? babanızın anma toplantılarına gittiniz mi? o kalabalığı görüp bir nebze olsa rahatlayıp, ardından o kalabalığın bir anda yok olacağını hatırlayarak içinizi sıkıntı bastı mı hiç? siz hiç ömrünüzü bir zamana takılı bırakıp yaşamaya çalıştınız mı? o anı sürekli kafanızın içinde geçirip, olanın bitenin hesabını yapmaya, muhakemesini çıkarmaya çalıştınız mı siz hiç?

sizin hiç babanız öldürüldü mü?
yaşama inat yaşamaya çalışmanın ne olduğunu tartıştınız mı siz hiç?