Saturday, November 26, 2011

cem mumcu, idefix.com ve yüzünü açmış pucca röportajları

dizüstü edebiyat serisi üzerine düşünmeden duramıyorum. popüler kültüre olan bağımlılığım ile seriden çıkan her kitabı heyecanla satın aldığım, her seferinde "bu kadar saçma şey olmaz" diye sonunda küfrettiğim, bir daha almaya tövbe ettiğim ama dayanamadığım, tekrar aldığım kısır bir döngü benimki. Pucca'nın yeni kitabının çıkacağını duyunca da içimdeki merak kurtları hareketlendi şüphesiz. acaba şimdi ne yazdı? eskisi gibi rahat yazabildi mi, yoksa o da oto-sansür durumuna geçti mi? ben bunları düşünürken @khande kitabı okuyup habertürk blog'ta yazmıştı bile: Pucca'nın jartiyerleri, çorapları ve geri kalan her şey. 

Sunday, September 4, 2011

bir dönem sona erdi: Steve McCurry ve Son Kodachrome Filmi

ben ne zaman dijital kamerayla peşpeşe fotoğraf çeksem babam "böyle basıyorsun tabi sürekli, elindeki bir film olsaydı görürdüm ben seni" derdi. çünkü onun zamanında fotoğraf çekmenin bir süreci, maliyeti ve hatta fotoğrafların yanma riski vardı. dijital kamerayla anında görüntü, dijital paylaşımla sıfır maliyetsiz günlere geçtik. öyle ki, fotoğrafları ücretsiz editleyebildiğiniz siteler sayesinde istediğiniz görüntüyü oluşturmak için photoshop kullanmayı bilmeniz bile gerekmiyor artık.

fotoğrafta bir dönemin sona ermesinin en net simgesi de Temmuz 2010'da yaşandı diyebiliriz. Kodak, 74 yıl sonra Kodachrome üretimine son verdi ve üretim bandından çıkan son film rulosunu da Steve McCurry'e teslim etti. elinizde bir dönemin bitişini simgeleyen son bir Kodachrome rulosu var, neler çekerdiniz? Steve McCurry'nin bu soruya verdiği cevap İstanbul Modern'de "Son Kodachrome Filmi" başlığında sergilendi, ben de bu cevabın peşine dün, sergi kapanmadan bir gün evvel düştüm.

sergi 36 pozluk filmden yalnızca beş adet kaybın yaşandığı rulodaki fotoğraflarla sınırlandırılmamış. "keşke diğer fotoğraflarını da görebilseydim" diyenler için Steve McCurry'nin fotoğraflarından oluşan bir slayt gösterisi de hazırlanmış. gösterimin yapıldığı odaya girdiğinizde bir diğer sürpriz de Steve McCurry'nin ünlü fotoğrafı Afgan Kızı'yla karşılaşmak.

1985'te National Geographic dergisine kapak olan ve dünyaca ünlenen bu yüzün sahibini Steve McCurry 2002'de tekrar fotoğraflıyor. hikayeyi okumak için How They Found National Geographic's "Afghan Girl" ve videsonu izlemek için National Geographic Serch for the Afghan Girl


bana göre sergiyi zenginleştiren iki diğer önemli unsur da projenin hikayesini anlatan filmin gösterimi ve serginin çıkışında çalan Paul Simon-Kodachrome şarkısı.

eğer fotoğraf sanatının inceliklerine vakıf değilse bir seyirci, fotoğraflara bakmak hep kişisel zevklerle sınırlandırılır. ancak bu sergi bir proje. Steve McCurry'nin, yıllarca kullandığı filmin Kodak tarafından üretiminin durdurulması üzerine, "son ruloyu bana verin" dediği ve tüm masraflarını kendisinin karşıladığı bir yolculuğa çıkmasının hikayesi.

filmde anlattığı üzere başlangıçta hiçbir fikri yok Steve McCurry'nin. ne çeksem, ne yapsam diye kendini New York sokaklarına atıyor. Times Square'de gezinirken "yalnızca ışıkları gösteren ama hikayesi olmayan bir kartpostal çekmek istemiyorum" diyor. New York şehrinin anlamlı hikayesini oluşturmak için ilk karelerde Robert de Niro'yu fotoğraflıyor. daha sonra da portre çekme fikrine ısınıyor. fotoğraflara bakarken "neden Hindistan'da bu kadar çok fotoğraf çekmiş?" sorusunu soruyor insan ve cevabı filmde buluyor, "Kodachrome'un en önemli özelliği rengi şiirselleştirmesi ve bu sebeple de görsel ve kültürel olarak müthiş bir yer olan Hindistan'a gittim."

çalışma boyunca portre çekmek dışında belli bir fikir yok aslında aklında ve bu durumu "çalışmayı olabildiğince doğaçlama yaptık" diye açıklıyor. son kare, projenin ruhunu yansıtıyor, "dünyada Kodachrome yıkayan son fotoğraf laboratuarı Kansas Parsons'ta bulunuyor. son kare, bu şehirdeki bir mezarlıkta çekildi."

filmin başında ve sonunda iki kare var ki bana bir devrin gerçekten bittiğini hissettirdi. ilk karede, filmi makineye takarken Steve McCurry'nin yüzündeki endişe görünüyor, "bu işi binlerce hatta binlerce kere yaptım ama.." diyor. filmin sonundaki ikinci kare filmin banyosu sırasında yaşanan heyecanlı bekleyişin sona ermesini anlatıyor. dijital kamerayla çekim yapmaya alışmış birinin, hatta bu proje kapsamında da önce dijital makineyle pozlama yapan, görüntüden memnun kalınca Kodachrome ile çeken fotoğrafçının yaşadığı heyecanın tekrar yaşanmayacak olması. Steve McCurry de bu heyecanı özlemiş olacak ki "analog çekime geri dönüyorum" diyor gülerek.

sergide yer alan fotoğraflara Steve McCurry'nin internet sitesinden ulaşabilirsiniz. Fotoğrafçının bir de blogu var. projeyi anlattığı blog yazısına ulaşmak için: The End of an Era - 1935 to 2010

sergide gösterilen filmi çok aradım ama bulamadım. onu ararken fotoğrafçıyla İstanbul Modern'de yapılmış bir röportajı buldum. izlemek için: Son Kodachrome Filmi - Steve McCurry

Wednesday, August 31, 2011

"cool kadınlarım" kayboldu, hükümsüzdür.

"cool kadınlarım" vardı benim eskiden, artık bir mesaja tav olan yalnız ve çaresiz kadınlar oldular. aynı masada defalarca oturduğum, benzer hikayeler yaşadığım ve benzer tepkiler verdiğim kadınlardı onlar. hayattan ve özellikle erkeklerden benzer şeyler bekliyorduk. birimiz bir hikaye anlattığında benzer tepkiler veriyorduk. birbirimizi öngörebiliyorduk. bu zamanlarda düzenli ilişkilerimiz vardı. masadan kalktığımızda yanına sığındığımız limanlar. sonra zaman geçti ayrılıklar başladı. birer birer pes etti beyler. biz kadınlar yine de bir aradaydık. ilişkilerimizin bitiş nedenleri benzerdi ve yine benzer şeyleri hedeflemiştik kendimize. sonra ne oldu bilmiyorum ama ben "cool kadınlarım"ı kaybettim. "asla bu adama bakmaz" dediğim adamların tekliflerini kabul eder oldular. kendilerine ilgi gösteren her mesaja yanıt verir oldular. ortamların en güzeli, en zekisi ve en beğenileni onlar oldu. herkes onları arzuluyordu. basit bir ego mastürbasyonu bu aslında ve kendini kandırmaca. "bana ne" dedim uzun süre, "herkes dilediği yalanlara inanmakta serbest nasıl olsa." bilenler bilir benim de doğrulanmayacağını bildiğim nice hikayelere bir umutla bağlandığımı çünkü. hayat işte, umut da fakirin ekmeği. ama nimetle oyun olmaz.

benim asla yapamadığım bir şey girdi birden hayatıma; ilişkiler ve de özellikle kadın-erkek ilişkilerinde oyunlar. "o mesaja şimdi cevap verme, keşke öyle demeseydin de şöyle deseydin" başladı. ben hayatı gelişine yaşayanlardan olduğum için adapte olamadım oyuna. ağzına geleni söyleyen biri için hamle hesaplamak bir azap. gözlemlediklerimden anladığımsa bu oyunu ne kadar canlı tutarsan o kadar var olduğun ve o kadar var olacağına inanan kadınların çokluğu.

peki hırsızın hiç mi suçu yok? bu oyun tek taraflı mı? elbette değil. bu oyundan haz alan adamlar var karşılarında.

"beni facebook'tan ekledi" zihniyetindeki ilkokul 3. sınıf adamlara ne demeli? facebook chat çıktı olayın tadı kaçtı zaten, "dur önce ekleyeyim, sonra birkaç mesaj gönderirim, klavye başında şövalyelik de kolay zaten." her şeyi lafta tutan adamlar oldular; ilgisini de sevgisini de icraate dönüştüremeyenler. gönderdikleri mesajların yanıtlarından 3 vakte kadarlı dilekler tutan, doğumgününde emrivakiler yapan, hediyelerle göz boyamaya çalışan, bir telefonla kıtalar arası yolculuk etmeyi göze alan, tanımadığı insanların evine tanımadığı insanların partisine giden, önce paketleri taşıyan uşak sonra da eve bırakan şoför olan ama bu oyunda hiçbir zaman "kazanan" olamayan adamlar. lâf dinlemeyen, işi inada bindiren, hayatı ve ilişkileri bir oyun olarak gören adamlar.

bu adamlar benim "cool kadınlarım"ı aldılar. yalnızlıklarından ve çaresizliklerinden korkan, kendileriyle asla başbaşa kalamayan ve hatta en büyük korkuları bu olan kadınlar oldular. bir filme yalnız gitmek yerine kendisini güldüren bir adamla gitmeyi tercih eden, işi kendisi tamamlamak yerine adama yaptırtan kadınlar. burnu düşse eğilip oradan almayacağını bildiğim kadınlar, 30 yaş bunalımından mıdır bilmiyorum, "asla yapmaz" denilen her şeyi "oyun" için yaptılar. türlü ödüller vaat ettiler ve bunun için türlü ödünler verdiler.

uzaktan izledim onları. anlamlandırmak için sorular sordum, yorumlarını dinledim. yardımcı olacağını umut ettiğim yorumlarda bulundum. dün akşama kadar..

tövbe ettim dün akşam ben. "bir daha hiçbir oyun ve oyundaki oyuncularla ilgili konuşmicam" dedim. çünkü hayat nasıl bir tiyatro sahnesi değilse, ilişkiler ve özellikle de kadın-erkek ilişkileri bir oyun değil bence. oyunlarda insanların rolleri vardır, önceden belirlenen replikleri. oyuncu o replikleri söylerken kendi değildir, bir karakteri canlandırır. ilişki bir oyunsa eğer hesaplar başlar. hesaplar başladığında "ben saçımı süpürge ettim, sen karşılığında ne verdin?" denilir.

işte o yüzden bu hesaplardan haz alan, ilişkiyi bir tür alışveriş olarak gören ve "I love this game" diyenlerden ricam, oyununuzu lütfen kendi evinizin önünde oynayın.


Sunday, May 1, 2011

Derda'nın hissettirdikleri ve mezar ziyareti

Hakan Günday'ın AZ'ını okuduktan sonra koşarak babama gittim. günlerce mezarlıkta yaşadım Derda ile ne de olsa. kitabın olağanüstü kurgusu, dili, vurguları hepsi bir yana, mezarlığın mekan olarak işlenmesi beni epey düşündürdü. bu ülkede mezarlık ürkütücü bir şey ne de olsa.

aylar önce, yine sıradan bir haftasonu gününde babama gitmiştim. dönüşte arkadaşım aradı. "ne yapıyorsun?" dedi, "babama gittim, dönüyorum eve" dedim. dondu kaldı telefonda. "neden gittin?" dedi. "neden gitmeyim?" dedim ben de. "hayır yani bugün şey mi?" dedi. o zaman anladım derdini. babamın ölüm yıldönümü mü diye soruyordu. çünkü biz toplum olarak mezarlara sadece ölüm yıldönümlerinde gitmeye alışkınızdır. gerisi tuhaf, hatta hastalıklı gelir.

bense "geçerken uğradım" diyorum babama. alışverişe giderken, ya da herhangi bir yerden dönerken. ama en çok huzursuz olduğumda. mezarlık yoluna girdiğim an heyecanlanıyorum. arabayı koyduğum yerden mezar taşını okuduğumda dünya duruyor. o zaman sadece ben ve tuğrişçim varız. kısa birkaç cümle kuruyorum. ama en çok ona "iyiyim, iyiyiz merak etme" diyince rahata eriyorum. babamın yanında annemin babası. dedeme de "mübo da iyi" diyorum. o sırada mübo'nun son maceraları geliyor aklıma, gülümsüyorum. sonra müş, selahattin enişte, kuvvet enişte ve mami'yi anıyorum. mezarlıklardan sorumlu amca geliyor o sırada. "hoşgeldin" diyor gülerek. çiçekler üzerine laflıyoruz biraz. o mezarlığı suluyor. ayrık otlarını topluyor annem. hep aynı cümle kuruluyor "baş taraftaki ağaç tuttu da, ayakucundaki bir türlü tutmadı. kökü betona mı geldi ne, yamuk duruyor o". dedemin pembe gül ağacı tomurcuk vermiş, onları gösteriyoruz birbirimize. babamın kırmızı gül fidanı tuttu, ama sarı olan koptu. yeniden dikeceğini söylüyor amca.

amca babamla dedeme çok iyi bakıyor. ne zaman gitsek yemyeşil ve tertemiz. o görüntünün insana ne hissettirdiğini bildiğimden galiba Derda'nın mezarı temiz tutmak için verdiği çabayı o kadar derinden hissettim ki. mezarı temizleyemediğinde onun hissettiği suçluluk duygusunu..

koşarak gittiğim mezarlıktan yavaş hareketlerle ayrılıyorum. o yeşillik, kuş sesleri, uzaktan görünen deniz ama en çok da tuğrişçimin orada olduğunu bildiğimden saatlerce oturabilirim orada. hani bir sandalye çeksem de şurada biraz kitap okusam duygusu vardır ya, tam da o. "görüşürüz" diyip arabaya biniyorum. görüşücez çünkü, biliyorum.

Monday, February 21, 2011

bugünün soundtrack'inde #1

yazsam buraya hızlı hızlı.
içimde biriken küfürleri, lanetleri, duaları yazsam buraya tek tek.
kime nasıl kızdığımı, canımı nasıl yakmaya çalıştıklarını bir bir sıralasam şuraya.
bir şey olmaz.
o zaman?

müziği açarım sonuna kadar.
başlarım soldan sağa, sağdan sola salınmaya..
sonra zıplamaya.. ve haykırmaya!


All the people on the street, I hate you all
And the people that I meet, I hate you all
And the people that I know, I hate you all
And the people that I don't, I hate you all
Oh, I hate you all


Sunday, February 20, 2011

dizüstü edebiyat: postmodern parody ve pastiche

aslında yazmayacaktım. sonuçta benim tercihim o korkunç kitapların hepsine para vermek ve vaktimi boşa harcamak. yani merak zararlı bir şey. cebine zarar, beynine zarar, sinirlere zarar. her kitaptan sonra içindeki zırvalıkları boşverip "bari biri okusaydı da yazım hatalarını düzeltseydi" dedim.


Pucca, Sami Hazinses, Onur Gökşen ve en son Pink Freud.. Dizüstü edebiyat akımından bahsediyorum. bir hızla kendi yarattıkları dünyanın kahramanı olan bu insanların diyarında neler oluyor?

meğer "ben senden daha güzelim" bloggerları sonunda birbirlerini yemeye başlamışlar. bu işin "mucidi" cem mumcu da, bir tür kriz yönetimi olarak, "bakın aslında ne kadar da mutluyuz, gidenler gitsin kalan sağlar bizimdir" temalı partiyi düzenledi geçen hafta.

bütün bunları benim buraya tekrar tekrar yazmamın gereği yok. kitabı çıkacak bloggerlar arasında bir numarada beklenen her boku bilen adam kendi anlatıyor zaten bu işten neden vazgeçtiğini. partinin dedikodularını da bugünün hürriyet pazar ekinde kültürazzi'den okumak mümkün. twitter ve facebook sayfasında yayınevinden ayrıldığına dair pucca'nın yaptığı açıklama sosyal medyada yeterince paylaşıldı. neden ayrıldığı da farklı farklı sayfalarda yazıldı çizildi.

benim söylemek istediğim, psikolog cem mumcu'nun feci çuvalladığı. bu insanların klavye şövalyeliklerinin gerçek hayatta bir karşılığının olmamasının yaratacağı hüsranı öngöremedi. sonuçta hepsi sıradan birer insandı. sıradan yazılar yazıyorlardı. yazdıkları sıradan "ama" komik, eğlenceli, düşündürücü ya da hepimizin hayatının bir parçası oldukları için çok okunuyorlardı. bu insanlara "hadi şimdi de bir kitap" yazın dendiğinde, başka bir kalıba girmeye zorlandılar, olmadı. o kalıp tutmadı. yazılanlar sahiciliklerini yitirince okuyucular hoşlanmadı. okunma oranını arttırmak için yapılan imza günleri, sokak partileri derken.. pink freud'un çıkardığı rezalet!

jameson gelir akla o zaman.. pink freud'un yaptıklarının, yazdıklarının karşılığıdır bu: postmodern parody ve pastiche!



Saturday, February 19, 2011

yusuf üçlemesi: zamanın nasıl geçmediğini anladığımız filmler


geçenlerde Semih Kaplanoğlu filmleri haftası düzenledim kendime. timaş yayınlarından çıkan sette hem üç filmin dvd'si hem de Uygar Şirin'in yönetmenle yaptığı nehir söyleşisi kitabı var. filmleri izlerken, söyleşide yönetmenin dünyasının kapılarını aralama fırsatım oldu böylece.

beni nasıl etkilediğini basite kaçmadan anlatmam mümkün olur mu bilmiyorum.
belki o yüzden anlatmamayı tercih edeceğim bu sefer. (uygar şirin'in üçlemedeki filmlerin analizini okuduktan sonra hele..)

ama şunu fark ettim ki bu setin beni bu kadar etkilemesi sanırım beni sosyoloji okuduğum günlerde hissettirmesi. bir teori metnini anlamak için yanında başka okumalar yapmak zorunda kalırdım. o okumaları yaparken de farklı farklı teoriler ve teorisyenlerle tanışırdım. üç filmi peşpeşe seyrederken kitabı okumak tam da buydu aslında. uzaktan baktığım bir sinema türünün derinliklerini anlamaya başlamıştım bu set sayesinde. sadece kendi filmleri üzerine değil, sinema tarihi ve dünya görüşü üzerine anlattıklarıyla da birçok düşünce uyandırdı kafamda.

bence semih kaplanoğlu sinemasının kilidi şu soru-cevapta açılıyor:

"zamanın nasıl geçtğini anlamadım" sözüyle bir meseleniz var galiba.
"Sinemaya gittik, eğlendik, hoşça vakit geçirdik" deniyor. Ben dahil pek çok yönetmen, zamanın nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı filmler yapmıyoruz. O yüzden bu söz garip geliyor bana. Ne diyebilirim? Benim filmimde zamanın nasıl geçmediğini anlayacaksınız.

bütün her şey bir yana, yusuf üçlemesi ve semih kaplanoğlu şu cümleyle var olacak benim için:
"istediğimiz şey olmazsa ne yapalım? evde oturur kitap okuruz biz de"

fragmanlar film kutusunda!