Saturday, August 21, 2010

dizüstü edebiyatı: kısa yaz ki okunasın

sosyal medya çıktı çıkalı okuma ve yazma sayılarımız düştü. daha az yazıyor ya da daha az okuyor değiliz. tam tersine, sürekli yazıyoruz ve sürekli okuyoruz ama kelime sayılarımızı azalttık. kısa cümleler kuruyoruz artık. gündelik hayatımızı sık sık ve kısa kısa yazıyoruz.

uzun hikayelere tahammülümüz kalmadı artık. giriş-gelişme-sonuç istemiyoruz. "ne söyleyeceksen uzatma, hemen söyle, yoksa seni takipten vazgeçerim" diyoruz.

markaların tüketici tepkileriyle birebir karşılaştıkları ve bu sebeple sürekli kontrol altında tuttukları bu alanlar sadece pazarlama pratiklerini etkilemedi aslında. herkesin sosyal medyada yazdığı, dünün sıradan insanlarının bugünün "liderleri" olduğu bir dönemde, gazetecilik, habercilik, komedyenlik ve hatta meslekler sıralamasında en ulaşılamayan konumda olan, bir nevi kendi gettosu içinde akıp giden, edebiyat bile kendini tehdit altında hissediyor.

dizüstü edebiyatı duydunuz mu? Cem Mumcu bir gün gidiyor ve Türkiye'nin en çok takip edilen 3 blogun yazarlarını biraraya getiriyor ve onlara diyor ki "kitap yazın!"

3 blogun da yazılma amacı farklı, tarzı farklı, kitlesi farklı. tek ortak noktaları "en çok okunan"
olmak olan bu blog yazarları başlıyorlar kitapları üzerine çalışmaya; önce Pucca yerini alıyor raflarda, bu ay Samihazinses ve gelecek günlerde de her boku bilen adam. kitapların yayınlandığı Okuyanus yayınevi hemen yeni bir başlık yaratıyor bu kitaplar için: dizüstü edebiyat.

dizüstü edebiyatın dikkat edilmesi gereken ilk noktası yayınevinin bu yeni edebiyat türünü nasıl konumlandırdığı: "sıkıcı kitaplardan, klişelerden bıkanlar için artık ohh deme zamanı." benim itiraz ettiğim noktayı Asu Maro net bir şekilde yazmış Milliyet Cadde'de:
"Bir şeyi övmeye çalışırken bir başka şeyi dövmek, hele hele kitapları ‘sıkıcı’, ‘eğlenceli’ diye kategorize etmek bir yayınevine pek yakışmıyor. Okumaktan tek beklediğimiz bizi güldürmesi olmasa gerek, hepsinin yeri ayrı. Sapla samanı, popüler kültürle gerçek edebiyatı birbirine karıştırmasak keşke."

ben her zamanki gibi iki ustadın görüşlerine bakarak değerlendiriyorum bu süreci: dizüstü edebiyatı Benjamin'e sorsaydınız "bir tür demokratikleşme" derdi. Hemen karşı çıkardı Adorno ve "edebiyat popülerleşiyor" derdi. yeni bir tartışma başlar mıydı aralarında bilemiyorum. ama bana kalsa edebiyat yazılarını biçem, içerik, tür olarak sıralandırır ve sınıflandırırken, bilgisayarlarda ve hatta cep telefonlarında iki iş arasında yazılan, okunması için çeşitli anahtar kelimelerin bilerek kullanıldığı ve yazım kurallarını kuralsızlıkla açıklayan, ama kısa oldukça güzel olan bu yeni "edebiyat türü"ne kayıtsız kalamazlardı.

ben de tam ikisinin ortasında bir yerde duruyorum galiba, en optimist halimle belki de. blog okuyucularını kitaplarla tanıştıran dizüstü edebiyat neden bu insanlara kitap okuma zevkini tattırarak onları blog okuyuculuğundan kitap okuyuculuğuna yönlendirmesin ki?

son olarak, 140 karakterde, şunu demek istiyorum ve üstelik bir de görsel ekliyorum; blog okumaktansa daha çok kitap okuyun! www.chiydempic.com

yerel markalarda ulusaşırı kimlikler

başarılı markaların arkasında bulunan reklam ajanslarını, PR şirketlerini düşünüyorum ne zamandır. aslında olmayan bir şeyi, varmış ve hatta onu muhakkak kullanmalıymışız gibi gösteren mesajları düşünüyorum.

yerel ve uluslararasının içiçe geçtiği, yerel sanılan markaların arkasında uluslararası firmaların farklı yüzdelerle nasıl yer aldığını düşünürken 10 sene önce yazılmış bir yazıya denk geldim:

"Türkiye'de bir reklam ajansı Amerikan rüyasını Türkleştirme savıyla milliyetçi bir kampanya yürütüyor. Bu reklam ajansının sahibi olan grup ABD'de borsada işlem görüyor. Anti-Amerikan reklam kampanyası ile kazanılan ticari artı değer Amerikan veya İngiliz borsasındaki muhtemelen hiçbirisi Türk olmayan yatırımcılara gidecek. En azından teorik olarak. Gelişmekte olan bir ülkede Anti-Amerikan kampanya ile para kazana bir Amerikan şirketi. Müthiş tuhaf bir durum. Çelişki ve çıkmazlarıyla tam da dünyanın bulunduğu yeri söylüyor" (s.26).

Vural Çakır'ın 2003 yılında MediaCat'in 10.yılı şerefine çıkardığı Marka Dolu Marka kitabında yer alan bu örnekte bahsi geçen kurum Young&Rubicam/Reklamevi ve sözkonusu reklam da ColaTurka reklamı şüphesiz. Reklamda oynayan ve Türk mucizesiyle "aydınlanan" Amerikalı da Chevy Chase!

bu yazı Cola Turka'nın markalaşma yolunda geçirdiği 7 senelik deneyimi satış raporları, memnuniyet analizi vb unsurları da tartışarak zenginleştirilebilirdi. ancak şimdilik dikkat çekmek istediğim temel nokta yerel markaların yerelliklerini vurgularken ulusaşırı kimlikler barındırmalarıdır; gönderilen mesajlar ve göndericiler.

bir reklam filminden daha çok kısa metrajlı bir film gibi kurgulanan 2003 yapımı "açılış" reklamında ince ince vurgulanan Türk motifleri hangileridir diye düşünürseniz, filmi izlemenizi öneririm.

Cola Turka'nın bütün TV reklam kampanyaları ve ilanları için tıkla.


cola turka ilk reklamı
Yükleyen serk002. - DiÄ�er yaÅ�am ve stil videolarına göz atın.