bugün son video klibini izledim nil'in. kırık. sinan çetin çekmiş, herkesler var içinde, elif şafak bile var. çok hoşuma gitti video. anlatısını da beğendim nil'in. insanların kalbine dokunuyor tek tek, sıkıntılarını alıyor ve onları kendi elbisesinin üzerindeki beyazda eritiyor.
ben de ona mesaj yazdım, twitter'dan yolladım sabah. akşam bir de ne göreyim bana direk mesaj yollamış nil ve şöyle demiş:
ben de isteğini yerine getirmek için girdim hemen adrese ekledim kendi yorumumu. şimdi o baloncuklarda benim kırığım da yer alıyor.
"kırıldım çok dokundu bana.. benim kalbimdeki kırık parçaları da alsana.."
Wednesday, December 16, 2009
Friday, September 25, 2009
Thursday, August 20, 2009
shit happens
Amerika'da doktora yapan bir arkadaşım bu dönem "Literary Humor" diye bir derse asistanlik yapıyor ve okumalardan biri de "Shit Happens"..
Close-to-complete Ideology and Religion Shit List
- Taoism: Shit happens.
- Confucianism: Confucius say, "Shit happens."
- Buddhism: If shit happens, it isn't really shit.
- Zen Buddhism: Shit is, and is not.
- Zen Buddhism #2: What is the sound of shit happening?
- Hinduism: This shit has happened before.
- Islam: If shit happens, it is the will of Allah.
- Islam #2: If shit happens, blame Israel.
- Catholicism: If shit happens, you deserve it.
- Protestantism: Let shit happen to someone else.
- Presbyterian: This shit was bound to happen.
- Episcopalian: It's not so bad if shit happens, as long as you serve the right wine with it.
- Methodist: It's not so bad if shit happens, as long as you serve grape juice with it.
- Congregationalist: Shit that happens to one person is just as good as shit that happens to another.
- Unitarian: Shit that happens to one person is just as bad as shit that happens to another.
- Lutheran: If shit happens, don't talk about it.
- Fundamentalism: If shit happens, you will go to hell, unless you are born again. (Amen!)
- Fundamentalism #2: If shit happens to a televangelist, it's okay.
- Fundamentalism #3: Shit must be born again.
- Judaism: Why does this shit always happen to us?
- Calvinism: Shit happens because you don't work.
- Seventh Day Adventism: No shit shall happen on Saturday.
- Creationism: God made all shit. (or, it takes an intelligent design to make shit)
- Secular Humanism: Shit evolves.
- Christian Science: When shit happens, don't call a doctor - pray!
- Christian Science #2: Shit happening is all in your mind.
- Unitarianism: Come let us reason together about this shit.
- Quakers: Let us not fight over this shit.
- Utopianism: This shit does not stink.
- Darwinism: This shit was once food.
- Capitalism: That's MY shit.
- Communism: It's everybody's shit.
- Feminism: Men are shit.
- Machismo: We may be shit, but you can't live without us...
- Commercialism: Let's package this shit.
- Impressionism: From a distance, shit looks like a garden.
- Idolism: Let's bronze this shit.
- Existentialism: Shit doesn't happen; shit IS.
- Existentialism #2: What is shit, anyway?
- Stoicism: This shit is good for me.
- Hedonism: There is nothing like a good shit happening!
- Mormonism: God sent us this shit.
- Mormonism #2: This shit is going to happen again.
- Wiccan: An it harm none, let shit happen.
- Scientology: If shit happens, see "Dianetics", p.157.
- Jehovah's Witnesses: >Knock< >Knock<>
- Jehovah's Witnesses #2: May we have a moment of your time to show you some of our shit?
- Jehovah's Witnesses #3: Shit has been prophesied and is imminent; only the righteous shall survive its happening.
- Moonies: Only really happy shit happens.
- Hare Krishna: Shit happens, rama rama.
- Rastafarianism: Let's smoke this shit!
- Zoroastrianism: Shit happens half the time.
- Church of SubGenius: BoB shits.
- Practical: Deal with shit one day at a time.
- Agnostic: Shit might have happened; then again, maybe not.
- Agnostic #2: Did someone shit?
- Agnostic #3: What is this shit?
- Satanism: SNEPPAH TIHS.
- Atheism: What shit?
- Atheism #2: I can't believe this shit!
- Nihilism: No shit.
- And of course we must add...Alcoholics Anonymous: Shit happens-one day at a time!
Labels:
halet-i ruhiyem
Wednesday, August 19, 2009
ötekileştirdiklerimizden misiniz?
binnaz toprak'ın önderliğinde yürütülen Türkiye'de farklı olmak başlıklı çalışmanın metis yayınlarından çıkan raporunu okudum sonunda. içim acıya acıya, bize anlatılan tüm yalanları anlaya anlaya. hani bu memleket muhafazkarlaşmamıştı, hani AKP'de baskı yoktu, eşitlik, alt kimlik, üst kimlik, demokrasi, özgürlük..
sigara yasağından sonra korktu ya millet içkiyi de yasaklarlar mı diye, boşa korkmuşlar. memleketimin birçok yerinde belediyeler yasaklamış zaten içki tüketimini. en çok yetkileri merak ettim. belediye böyle bir yasak koyabilir mi acaba? benim içki ruhsatım varken bunu iptal edebilir mi?
çok uzaklara gitmeye de gerek yok aslında, istanbul'da da belediyenin işlettiği yerlerde içki yasak. bütün doğa ve tarih harikası mekanlara konan belediye buralara içki sokmuyor. dolayısıyla düğün ve benzeri kutlamalar için bu mekanları sadece belli bir kesim kullanabiliyor.
kitabı okumak en çok bir kadın olarak canımı acıttı. kadınlık halleri.. her şey nasıl da öğretilerle alışkanlıklarla içiçe. biz şehirli kadınlar kıyafetlerimize karışıldı mı sinirleniriz, sokakta laf atıldı mı bağırırız, hatta sadece bir adam bile baksa bize kötü bakışlarımızla biz de onu rahatsız ederiz. ama anadolu'da öyle değil. biz bütün bunlara ''baskı'' derken bu modern kent yaşamında, onlar bunu hayatın bir parçası olarak görüyor. örneğin erzurum'da kadın sokağa örtünmeden çıkmazmış. çıkamazmış. kendisini örtünmek zorunda hisseden alevi kadın bile bunu baskı olarak değerlendirmiyor ama, gündelik hayatın bir normu onun için.
bundan birkaç sene evvel ege kentlerinden birinden erzurum'a okumaya giden bir genç kız, ailesini arıyor ve örtünmeye karar verdiğini söylüyor. ailesi tabi ki şok oldukları gibi (ki ailede hiç örtülü kimse yok), kızlarının beyinlerinin yıkandığını düşünüyor. oysa bu raporu okuduktan sonra anlıyorum ki oralarda bizim sandığımız gibi bir zorlama baskı unsuru yok. herkesin örtündüğü bir ortamda tek açık olarak kendini rahatsız eden genç kızın, kendini normalleştirme arzusu bu sadece. sadece. günlük norma uyma isteği. ötekileştirilmemek, onlardan olma arzusu.
zaten o yüzden, ötekileşmemek, normalleşmek arzusuyla, araştırmanın yapıldığı 12 ilde birden kürtlerin kamusal alanlarda kürtçe konuşmadığını, ev kiralarken kendi memleketlerini söylemedikleri, batı'dan bir il attıkları; alevilerin oruç tutar gibi yaptıkları, hatta sünnilerle birlikte cuma namazına gittikleri; belli gazete ve dergilerin alındığı, bazılarınınsa okunurken asla gösterilmediği; oturdukları mahalleden kimlikleri anlaşılınca kürt, alevi ve romanların iş bulamadıkları; cemaat hayatının arttığı ve insanların dışlanmamak için ya bu cemaatlere katıldığı ya da bu cemaatlere yakın sendikalara geçtikleri görülmüştür.
raporun sonuç bölümünden sonra kitaba bir de sonsöz eklemiş binnaz toprak. raporu açıkladıktan sonra aldıkları tepkilere bir cevap hazırlamış. araştırmanın sonuçlarından hoşlanmayanlar en çok metodolojiden saldırmışlar belli ki. yanlı olduğu, araştırmanın fonunu sağlayan kurumun (açık toplum enstitüsü) isteklerine göre hazırlandığını söylemişler. bunların hepsine tek tek cevap vermiş binnaz toprak.
kendi adıma şunu söyleyebilirim ki ben çalışmayı beğendim. kullanılan yöntemin düzgünce anlatılması, ana metin içinde kimi saptamalar sırasında kullanılan kavramların anlamlarının dipnotla açıklanmasını sevdim. araştırmaya katılanların gazeteci olmasını da eleştirmiş benim yarısı sosyolog olan medya grubum. her araştırma kendine göre yöntemler gerektirdiği üzere, binnaz toprak'ın da açıklamasına göre, anadolu'nun bu köhne kentlerine deneyimli ve yerel halkla bağlantıları olan birileriyle gitmek gerekirdi bence de. kimi kalıplara uymak adına araştırmayı deneyimsiz sosyoloji öğrencileriyle yapmak, bütün süreci tehlikeye atmak olurdu bence. ayrıca memleketimin sosyologlarındaki bu gazeteci kompleksini de anlayamıyorum. artık herkesin her işi yaptığı bir dünyada, eğer yeterli entellektüel donanıma sahipse, bir gazetecinin araştırma yapması beni çok da rahatsız etmiyor. sonuçta gazetecilik mesleğinin ana damarlarından birini oluşturan röportaj yapmak da bence benzer bir entellektüel kapasiteyi gerektiriyor.
raporun binnaz toprak tarafından yazıldığı bu çalışmada, 12 ilde konuşulacak kişileri bulmak ve onlarla gerekli görüşmeleri yapmak için irfan bozan, tan morgül ve nedim şener'le çalışılmış. bu 3 gazeteci görüşmeleri yapmış, metne dökmüş ve konulara göre görüşmeleri sınıflandırmışlar. şimdi doğal olarak bu gazetecileri ''acaba mahalle baskısı var mı diye türban takıp sosyetik yerlerde gezdim ve o bez parçasını hiç sevmedim'' diyen sığ insanlardan ayırmak gerekiyor. memleketimde nasıl magazinsel derinliği aşamamış sosyolojik çalışmalar varsa, sosyolojik boyutlara ulaşan gazetecilik röportajları da var.
rapora internet ortamından ulaşmak isterseniz: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler
sigara yasağından sonra korktu ya millet içkiyi de yasaklarlar mı diye, boşa korkmuşlar. memleketimin birçok yerinde belediyeler yasaklamış zaten içki tüketimini. en çok yetkileri merak ettim. belediye böyle bir yasak koyabilir mi acaba? benim içki ruhsatım varken bunu iptal edebilir mi?
çok uzaklara gitmeye de gerek yok aslında, istanbul'da da belediyenin işlettiği yerlerde içki yasak. bütün doğa ve tarih harikası mekanlara konan belediye buralara içki sokmuyor. dolayısıyla düğün ve benzeri kutlamalar için bu mekanları sadece belli bir kesim kullanabiliyor.
kitabı okumak en çok bir kadın olarak canımı acıttı. kadınlık halleri.. her şey nasıl da öğretilerle alışkanlıklarla içiçe. biz şehirli kadınlar kıyafetlerimize karışıldı mı sinirleniriz, sokakta laf atıldı mı bağırırız, hatta sadece bir adam bile baksa bize kötü bakışlarımızla biz de onu rahatsız ederiz. ama anadolu'da öyle değil. biz bütün bunlara ''baskı'' derken bu modern kent yaşamında, onlar bunu hayatın bir parçası olarak görüyor. örneğin erzurum'da kadın sokağa örtünmeden çıkmazmış. çıkamazmış. kendisini örtünmek zorunda hisseden alevi kadın bile bunu baskı olarak değerlendirmiyor ama, gündelik hayatın bir normu onun için.
bundan birkaç sene evvel ege kentlerinden birinden erzurum'a okumaya giden bir genç kız, ailesini arıyor ve örtünmeye karar verdiğini söylüyor. ailesi tabi ki şok oldukları gibi (ki ailede hiç örtülü kimse yok), kızlarının beyinlerinin yıkandığını düşünüyor. oysa bu raporu okuduktan sonra anlıyorum ki oralarda bizim sandığımız gibi bir zorlama baskı unsuru yok. herkesin örtündüğü bir ortamda tek açık olarak kendini rahatsız eden genç kızın, kendini normalleştirme arzusu bu sadece. sadece. günlük norma uyma isteği. ötekileştirilmemek, onlardan olma arzusu.
zaten o yüzden, ötekileşmemek, normalleşmek arzusuyla, araştırmanın yapıldığı 12 ilde birden kürtlerin kamusal alanlarda kürtçe konuşmadığını, ev kiralarken kendi memleketlerini söylemedikleri, batı'dan bir il attıkları; alevilerin oruç tutar gibi yaptıkları, hatta sünnilerle birlikte cuma namazına gittikleri; belli gazete ve dergilerin alındığı, bazılarınınsa okunurken asla gösterilmediği; oturdukları mahalleden kimlikleri anlaşılınca kürt, alevi ve romanların iş bulamadıkları; cemaat hayatının arttığı ve insanların dışlanmamak için ya bu cemaatlere katıldığı ya da bu cemaatlere yakın sendikalara geçtikleri görülmüştür.
raporun sonuç bölümünden sonra kitaba bir de sonsöz eklemiş binnaz toprak. raporu açıkladıktan sonra aldıkları tepkilere bir cevap hazırlamış. araştırmanın sonuçlarından hoşlanmayanlar en çok metodolojiden saldırmışlar belli ki. yanlı olduğu, araştırmanın fonunu sağlayan kurumun (açık toplum enstitüsü) isteklerine göre hazırlandığını söylemişler. bunların hepsine tek tek cevap vermiş binnaz toprak.
kendi adıma şunu söyleyebilirim ki ben çalışmayı beğendim. kullanılan yöntemin düzgünce anlatılması, ana metin içinde kimi saptamalar sırasında kullanılan kavramların anlamlarının dipnotla açıklanmasını sevdim. araştırmaya katılanların gazeteci olmasını da eleştirmiş benim yarısı sosyolog olan medya grubum. her araştırma kendine göre yöntemler gerektirdiği üzere, binnaz toprak'ın da açıklamasına göre, anadolu'nun bu köhne kentlerine deneyimli ve yerel halkla bağlantıları olan birileriyle gitmek gerekirdi bence de. kimi kalıplara uymak adına araştırmayı deneyimsiz sosyoloji öğrencileriyle yapmak, bütün süreci tehlikeye atmak olurdu bence. ayrıca memleketimin sosyologlarındaki bu gazeteci kompleksini de anlayamıyorum. artık herkesin her işi yaptığı bir dünyada, eğer yeterli entellektüel donanıma sahipse, bir gazetecinin araştırma yapması beni çok da rahatsız etmiyor. sonuçta gazetecilik mesleğinin ana damarlarından birini oluşturan röportaj yapmak da bence benzer bir entellektüel kapasiteyi gerektiriyor.
raporun binnaz toprak tarafından yazıldığı bu çalışmada, 12 ilde konuşulacak kişileri bulmak ve onlarla gerekli görüşmeleri yapmak için irfan bozan, tan morgül ve nedim şener'le çalışılmış. bu 3 gazeteci görüşmeleri yapmış, metne dökmüş ve konulara göre görüşmeleri sınıflandırmışlar. şimdi doğal olarak bu gazetecileri ''acaba mahalle baskısı var mı diye türban takıp sosyetik yerlerde gezdim ve o bez parçasını hiç sevmedim'' diyen sığ insanlardan ayırmak gerekiyor. memleketimde nasıl magazinsel derinliği aşamamış sosyolojik çalışmalar varsa, sosyolojik boyutlara ulaşan gazetecilik röportajları da var.
rapora internet ortamından ulaşmak isterseniz: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler
Labels:
sosyoloji okumaları
Monday, August 17, 2009
alışveriş pratiğimiz ve pazar fileleri
bir süredir takip ettiğim bir blog var, pazar filesine dönüş. amaç insanların daha az plastik poşet kullanmalarını sağlamak. bu sebeple herkes kendi alışveriş çantasını tasarlıyor ve yolluyor buraya. hepsi birbirinden güzel bence. pazar filelerini hiç kullanmamış biri olarak, onun yarattığı o nostalji havasını da severim ben zaten (nostalji.. hep söylüyorum, ben yanlış zamanda doğmuşum..) ayrıca bez torbaları da severim. çeşit çeşit renk renk torbalar aldım hep. kitaplarımı, gündelik yüklerimi onlarla taşımayı seviyorum. ancak bu torbaları günümüz alışveriş pratiğine nasıl uyarlayacağız onu çözemedim.
halbuki bu torbaların kullanımı yurtdışında, batı'da, çok yaygın.
sene 1987. babamın işi dolayısıyla biz ingiltere'deyiz. markette alışveriş yapıyoruz. kasaya geldiğimizde bir adam geliyor arkamıza. elinde bir salkım üzüm, bir mandalina, bir parça et, bir de içecek. ablam bizim eşyalara bakıyor, iki kilo o meyveden, üç kilo diğer sebzeden. birkaç şişe içecek, paket paket yiyecek. sonra anneme dönüp ''bu adam bu kadar şey mi alıyor sadece'' diyor ablam.
evet o kadar şey alıyor. sadece canının çektiğini ve o gün yiyeceğini. bizdeyse öyle değil ki. hele bugün, insanların haftaiçi sürekli çalıştıkları, pazarların ve marketlerin gittikçe şehir dışına çıkartıldığı bu şehir hayatında hergün alışveriş yapmak bir hayal. pazara gitmek, sebzeleri taze almak sadece küçük bir kitle için geçerli. çoğumuz arabalara atlayıp büyük alışveriş merkezlerinde önce dükkan gezmek, sonra bir şeyler yemek ve haftalık alışverişimizi yapıp eve dönerek yaşıyoruz. marketten bazen 15 torbayla çıktığımız oluyor annemle. o zaman aklıma geliyor, nasıl olur da pazar filesine dönebiliriz bu toplumda.
ben bazen kendi adıma poşet tasarrufu yapıyorum. eğer çantam büyük ve aldığım şey küçükse ''poşete gerek yok'' diyorum. bir garip bakıyor kasiyer suratıma. ama aldırmıyorum, atıyorum çantama.
belki yurtdışında olduğu gibi paralı satmalıyız poşetleri. eskiden metro yapardı bunu. o yüzden biz ne zaman metroya alışverişe gitsek annem migros torbalarından alırdı yanına ''torbalara para vermeyelim şimdi'' diye.
alışveriş pratiğimizi değiştirmemiz zor, ama torbaları bedavaya dağıtma alışkanlığımızı değiştirmeliyiz belki de. ne de olsa cepteki akrep alışverişe kendi torbalarıyla gelmelerini sağlar insanların.
halbuki bu torbaların kullanımı yurtdışında, batı'da, çok yaygın.
sene 1987. babamın işi dolayısıyla biz ingiltere'deyiz. markette alışveriş yapıyoruz. kasaya geldiğimizde bir adam geliyor arkamıza. elinde bir salkım üzüm, bir mandalina, bir parça et, bir de içecek. ablam bizim eşyalara bakıyor, iki kilo o meyveden, üç kilo diğer sebzeden. birkaç şişe içecek, paket paket yiyecek. sonra anneme dönüp ''bu adam bu kadar şey mi alıyor sadece'' diyor ablam.
evet o kadar şey alıyor. sadece canının çektiğini ve o gün yiyeceğini. bizdeyse öyle değil ki. hele bugün, insanların haftaiçi sürekli çalıştıkları, pazarların ve marketlerin gittikçe şehir dışına çıkartıldığı bu şehir hayatında hergün alışveriş yapmak bir hayal. pazara gitmek, sebzeleri taze almak sadece küçük bir kitle için geçerli. çoğumuz arabalara atlayıp büyük alışveriş merkezlerinde önce dükkan gezmek, sonra bir şeyler yemek ve haftalık alışverişimizi yapıp eve dönerek yaşıyoruz. marketten bazen 15 torbayla çıktığımız oluyor annemle. o zaman aklıma geliyor, nasıl olur da pazar filesine dönebiliriz bu toplumda.
ben bazen kendi adıma poşet tasarrufu yapıyorum. eğer çantam büyük ve aldığım şey küçükse ''poşete gerek yok'' diyorum. bir garip bakıyor kasiyer suratıma. ama aldırmıyorum, atıyorum çantama.
belki yurtdışında olduğu gibi paralı satmalıyız poşetleri. eskiden metro yapardı bunu. o yüzden biz ne zaman metroya alışverişe gitsek annem migros torbalarından alırdı yanına ''torbalara para vermeyelim şimdi'' diye.
alışveriş pratiğimizi değiştirmemiz zor, ama torbaları bedavaya dağıtma alışkanlığımızı değiştirmeliyiz belki de. ne de olsa cepteki akrep alışverişe kendi torbalarıyla gelmelerini sağlar insanların.
Labels:
alışveriş,
durum tespit
Tuesday, July 28, 2009
halet-i ruhiye
Zaten yorgunluk benim genel halim. Bana, ''Nasılsın?'' diye soranlara, en sık verdiğim yanıtın ''Yorgunum,'' demek olduğunu keşfettiğim günden beri, daha bilinçli olarak ''Yorgunum''. Şu memlekette yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü? Beden yorgunluğu dediğinden ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde şaşırmak yorgunuyum
Nermin - (M.Mungan)
Labels:
halet-i ruhiyem,
kitap
Wednesday, July 22, 2009
sanatçı politikadan neden uzak durmalı?
bu haftasonu hürriyet gazetesinin ortaya koyduğu en seksi kadın / erkek sıralamasına hiç değinmek istemiyorum. yaz aylarında insanları konuşturacak yavan gazetecilik haberleri bunlar. ancak orada okuduğum bir yorum beni epeyce dehşete soktu, aklıma başka konular getirdi hemen.
efendim, yılların mega starı tarkan seksilik sıralamasında gözden düşmüş ve 22. sırada kendine yer bulmuş. bunun sebebi de bu güzide gazetecimize göre kendini hasankeyf vb sosyal sorumluluk projelerine vermiş olmasıymış. bu tespitle kendini durduramıyor gazetecimiz ve bir de akıl veriyor: Belli ki dengeyi müzikten Hasankeyf gibi sosyal sorumluluk projelerine çevirmek, megastarın seksiliğinden çok şey götürmüş. Acaba bunu bir uyarı kabul eder mi?
neden etsin? neden etmeli? yani şöyle bir şey mümkün mü "bir takım adamların bir araya gelerek hazırladıkları listede (hangi bağlamda bir araya getirildikleri bile belli olmayan insanlardan oluşan jürinin listesinde) seksilik gitti elden, bu da kesinlikle benim daha fazla göbek atmamam, seksi bakışlar fırlatmamamla alakalıdır. deli miyim ayol ben, neden gidip 'ülke susuz kalacak' gibi şeylerle uğraşıyorum, 'kültürel miras yok olmasın' diye kendimi paralıyorum. çal oradan bir gül döktüm yollarına bakayım, bir sağdan bir soldan, oooo ayşe arman hanımefendiler de buradaymıııışşş...!!"
bu haberi okuduktan birkaç saat sonra kendi söylediğine kendi de inanmayacak bir şekilde okan bayülgen'in "sanatçı politik olmamalıdır" açıklamalarını işittim ntv ekranlarında. konuğu seyfi dursunoğlu'ydu. birkaç sene evvel rtük başkanının ''kadın kılığına girmiş erkek istemiyorum ekranlarda" buyurusuna karşılık Huysuz Virjin sansür yemiş, bir süre ekranlara çıkamamıştı. bu noktada okan bayülgen "eğer siz çıkıp ben AKP yanlısıyım deseydiniz, bu sansür olmazdı" diyor. Seyfi Dursunoğlu da en duru haliyle "ama ben hiç siyaset konularına girmem" diyor cevaben. işte bu noktada vurguluyor okan bayülgen sanatçının nasıl da politikadan uzak durması gerektiğini. bu cümleden evvelki 3-5 cümle ise tamamiyle AKP'ye giydirmelerle dolu halbuki.
şimdi bu noktada batı'dan ne kadar da farklı olduğumuzu anlıyorum. Obama'nın seçimlerinde ücretsiz sahneye çıkan sanatçıları düşünün bir. eyalet eyalet obama ile gezen, mitinglere katılanları. bir de telefon hatları var, orada insanları iknaya uğraşanları. milyonlarca amerikalı'nın hipnozla izlediği oprah'ın obama'ya verdiği destek bu kampanya'nın en büyük başarısı olarak görüldü her zaman.
bizdeyse sanatçı siyasete karışmamalı. çünkü onu her kesimden seven insan vardır. budur açıklama. ama sanatçının işi objektiflik gerektiren bir şey değil ki. hatta tam tersine oldukça subjektif bir konu. belirttiği fikirler olmalı. inandıkları uğruna yarattıkları olmalı. sanatçı izleyiciye bir şey aktarmalı.
oysa bizim ülkede hep aynı tanıdık simaları görürsünüz mahkeme kapılarında, sanığa destek olmak için gelenler arasında. bunların çoğunluğu da daha evvel sorgulanan sanatçılardır. askeri rejim dönemi çektiği filmden, ya da devlet ideolojisi karşıtı bir rolde oyandığından, ya da bugünlerin en meşhur maddesi 301'den.
biz biliriz ki sanatçı siyasete tarafsızlık adına katılmamazlık etmez. eğer bir gün iktidar değişirse kendisine kötülük geleceğinden korkar sanatçı. destek verdiği adamın illa birinci olması gerekir. halbuki ne de çabuk unuttuk bu ülkenin en hırsız ailesinin seçim propagandalarında sahne alan, en ünlü türkücümüzü. çünkü zaten ikisinin de tek bir çıkarı vardı o noktada, ne siyaset ne de fikir, sadece hürriyet! her şeyi yapabilme hürriyeti.
oysa ben yıllardır bekliyorum bu topraklarda kürtler, ermeniler, yahudiler ve diğer bütün kimlikler kendilerini toplumun önde gelenleri aracılığıyla anlatacaklar dertlerini. bizi her hafta güldüren adam bir gün çıkacak ve memleketini anlatacak, kürtlerin isteklerini anlatacak. sonra gidecek türklerle birlikte yaşamasını, bu birlikteliğin güzelliklerini kürtlere anlatacak.
iletişimde en temel yeri kaplar kanaat önderleri. birileri bir fikri benimsedikten sonra, çevresindekine de o fikri aktarır ve herkes ikna olur. bunun hep negatif tarafını yaşadık bu memlekette. daha geçen hafta yaşadık hem de. bir gazete çıktı manşet attı "içki içiyorlar" diye, bir grup hemen gidip ortalığı birbirine kattılar. 16 sene evvel otel yaktılar. 2 sene evvel cadde ortasında kafasına sıktılar.
o zaman çıktı sanatçılar ortaya. her seferinde yürüdüler. çünkü herkes yürüyordu.
kaybederse 'seksiliğini' herkes kaybedecekti. herhangi bir tehlike yoktu.
efendim, yılların mega starı tarkan seksilik sıralamasında gözden düşmüş ve 22. sırada kendine yer bulmuş. bunun sebebi de bu güzide gazetecimize göre kendini hasankeyf vb sosyal sorumluluk projelerine vermiş olmasıymış. bu tespitle kendini durduramıyor gazetecimiz ve bir de akıl veriyor: Belli ki dengeyi müzikten Hasankeyf gibi sosyal sorumluluk projelerine çevirmek, megastarın seksiliğinden çok şey götürmüş. Acaba bunu bir uyarı kabul eder mi?
neden etsin? neden etmeli? yani şöyle bir şey mümkün mü "bir takım adamların bir araya gelerek hazırladıkları listede (hangi bağlamda bir araya getirildikleri bile belli olmayan insanlardan oluşan jürinin listesinde) seksilik gitti elden, bu da kesinlikle benim daha fazla göbek atmamam, seksi bakışlar fırlatmamamla alakalıdır. deli miyim ayol ben, neden gidip 'ülke susuz kalacak' gibi şeylerle uğraşıyorum, 'kültürel miras yok olmasın' diye kendimi paralıyorum. çal oradan bir gül döktüm yollarına bakayım, bir sağdan bir soldan, oooo ayşe arman hanımefendiler de buradaymıııışşş...!!"
bu haberi okuduktan birkaç saat sonra kendi söylediğine kendi de inanmayacak bir şekilde okan bayülgen'in "sanatçı politik olmamalıdır" açıklamalarını işittim ntv ekranlarında. konuğu seyfi dursunoğlu'ydu. birkaç sene evvel rtük başkanının ''kadın kılığına girmiş erkek istemiyorum ekranlarda" buyurusuna karşılık Huysuz Virjin sansür yemiş, bir süre ekranlara çıkamamıştı. bu noktada okan bayülgen "eğer siz çıkıp ben AKP yanlısıyım deseydiniz, bu sansür olmazdı" diyor. Seyfi Dursunoğlu da en duru haliyle "ama ben hiç siyaset konularına girmem" diyor cevaben. işte bu noktada vurguluyor okan bayülgen sanatçının nasıl da politikadan uzak durması gerektiğini. bu cümleden evvelki 3-5 cümle ise tamamiyle AKP'ye giydirmelerle dolu halbuki.
şimdi bu noktada batı'dan ne kadar da farklı olduğumuzu anlıyorum. Obama'nın seçimlerinde ücretsiz sahneye çıkan sanatçıları düşünün bir. eyalet eyalet obama ile gezen, mitinglere katılanları. bir de telefon hatları var, orada insanları iknaya uğraşanları. milyonlarca amerikalı'nın hipnozla izlediği oprah'ın obama'ya verdiği destek bu kampanya'nın en büyük başarısı olarak görüldü her zaman.
bizdeyse sanatçı siyasete karışmamalı. çünkü onu her kesimden seven insan vardır. budur açıklama. ama sanatçının işi objektiflik gerektiren bir şey değil ki. hatta tam tersine oldukça subjektif bir konu. belirttiği fikirler olmalı. inandıkları uğruna yarattıkları olmalı. sanatçı izleyiciye bir şey aktarmalı.
oysa bizim ülkede hep aynı tanıdık simaları görürsünüz mahkeme kapılarında, sanığa destek olmak için gelenler arasında. bunların çoğunluğu da daha evvel sorgulanan sanatçılardır. askeri rejim dönemi çektiği filmden, ya da devlet ideolojisi karşıtı bir rolde oyandığından, ya da bugünlerin en meşhur maddesi 301'den.
biz biliriz ki sanatçı siyasete tarafsızlık adına katılmamazlık etmez. eğer bir gün iktidar değişirse kendisine kötülük geleceğinden korkar sanatçı. destek verdiği adamın illa birinci olması gerekir. halbuki ne de çabuk unuttuk bu ülkenin en hırsız ailesinin seçim propagandalarında sahne alan, en ünlü türkücümüzü. çünkü zaten ikisinin de tek bir çıkarı vardı o noktada, ne siyaset ne de fikir, sadece hürriyet! her şeyi yapabilme hürriyeti.
oysa ben yıllardır bekliyorum bu topraklarda kürtler, ermeniler, yahudiler ve diğer bütün kimlikler kendilerini toplumun önde gelenleri aracılığıyla anlatacaklar dertlerini. bizi her hafta güldüren adam bir gün çıkacak ve memleketini anlatacak, kürtlerin isteklerini anlatacak. sonra gidecek türklerle birlikte yaşamasını, bu birlikteliğin güzelliklerini kürtlere anlatacak.
iletişimde en temel yeri kaplar kanaat önderleri. birileri bir fikri benimsedikten sonra, çevresindekine de o fikri aktarır ve herkes ikna olur. bunun hep negatif tarafını yaşadık bu memlekette. daha geçen hafta yaşadık hem de. bir gazete çıktı manşet attı "içki içiyorlar" diye, bir grup hemen gidip ortalığı birbirine kattılar. 16 sene evvel otel yaktılar. 2 sene evvel cadde ortasında kafasına sıktılar.
o zaman çıktı sanatçılar ortaya. her seferinde yürüdüler. çünkü herkes yürüyordu.
kaybederse 'seksiliğini' herkes kaybedecekti. herhangi bir tehlike yoktu.
Labels:
sanat ve politika
Tuesday, July 14, 2009
insanları ne kadar tanırsınız?
bu facebook sadece ilişkileri değil, aynı zamanda arkadaşlıkları da tehdit ediyor. zira siz 2 ay birlikte çalıştığınız insanları sadece kahkahaları, şakaları ve neşeleriyle hatırlarken bir anda karşınıza ''türkan saylan türban karşıtıydı ama, allah saçlarını döktü ve türban takmaya mecbur etti'' diyen bir video linkiyle çıkabiliyor. ya da iki gün üst üste ''yunan ezelden beri düşmanımızdır'' grubuna davet edebiliyor sizi.
şu an karışık hissiyatlar içerisindeyim. bir tarafım müthiş sinirli ve tepkisel bir şeyler yazmayı düşünüyor, diğer tarafım ise ruhumu sukunete çağırıyor.
en ortada buluştuklarındaysa, ''sil, sil bunu listenden'' diyor ikisi birden.
peki silmek çare mi? göz görmeyince gönül katlanır mı?
şu an karışık hissiyatlar içerisindeyim. bir tarafım müthiş sinirli ve tepkisel bir şeyler yazmayı düşünüyor, diğer tarafım ise ruhumu sukunete çağırıyor.
en ortada buluştuklarındaysa, ''sil, sil bunu listenden'' diyor ikisi birden.
peki silmek çare mi? göz görmeyince gönül katlanır mı?
Labels:
durum tespit,
facebook
Monday, June 29, 2009
aşk.. içindeki dışındakini tutmazsa
elif şafak'ın aşk kitabının özel baskısı çıkmış. gri-siyah arası yeni kapakla.
bugün dido hanımla gördük. dediğine göre ''kitabın kapağı pembe olduğu için erkekler alıp okuyamıyormuş'' ve bu yeni kapaklar onlara özelmiş. ben ''nasıl yani??!?'' diye gözlerimi kocaman açmışken, dido hanım güzide ve nokta atışlı yorumunu yaptı ''kitap tam da bunu anlatmıyor mu zaten?''
aynen. kitap dışa değil içine bakın diyor. kendinizin, karşınızdakinin.. ve siz bir kitabı pembe kapaklı diye alıp okuyamıyorsanız, boşverin.. o kitap zaten size göre değildir.
şu da var, bu nasıl bir satış propagandasıdır, bu nasıl yayın anlayışıdır.
kitap, yayıncılık.. endüstrinin göbeğinde.
bugün dido hanımla gördük. dediğine göre ''kitabın kapağı pembe olduğu için erkekler alıp okuyamıyormuş'' ve bu yeni kapaklar onlara özelmiş. ben ''nasıl yani??!?'' diye gözlerimi kocaman açmışken, dido hanım güzide ve nokta atışlı yorumunu yaptı ''kitap tam da bunu anlatmıyor mu zaten?''
aynen. kitap dışa değil içine bakın diyor. kendinizin, karşınızdakinin.. ve siz bir kitabı pembe kapaklı diye alıp okuyamıyorsanız, boşverin.. o kitap zaten size göre değildir.
şu da var, bu nasıl bir satış propagandasıdır, bu nasıl yayın anlayışıdır.
kitap, yayıncılık.. endüstrinin göbeğinde.
Labels:
elif şafak,
kültür endüstrisi,
l
Friday, June 5, 2009
manası yok
böyle sözleri anlamlı türkçe şarkılardan bahsediyorduk dün, daha önce dinlediğimi çok sonra hatırladığım bir duman parçası çaldı b.
yaptıklarım anlamını yitirdiği zaman sesini açıp dinleyebileceğim şarkılar listesine dahil ettim hemen - zira manası yok!!
yaptıklarım anlamını yitirdiği zaman sesini açıp dinleyebileceğim şarkılar listesine dahil ettim hemen - zira manası yok!!
Friday, May 29, 2009
mtv sendromu - televizyonun etkileri
şöyle bir şey yollamış hemşirem bana, nereden bulmuş bilemiyorum. kaynak belirtmemiş, sadece metni yollamış.
"istanbul üniversitesi cerrahpasa tip fakültesi çocuk psikiyatrisi bölümüne getirilen 0-3 yas grubundaki çocuklara, iletisimsizlik, dikkatini toplayamama, konusma bozuklugu, kolay kavrayamama, kendi etrafinda dönerek garip sesler çikarma gibi nedenlerden dolayi ''spastik''teshisi konulmustur.ancak kisa süre içerisinde spastik teshisi konulan cocuklarin sayisindaki artis, yetkililerin dikkatini cekmis ve yapilan arastirma herkesi sasirtmistir. aileler cocuklarini ev islerini rahatca yapabilmek için televizyon karsisina oturtup kral tv aciyorlar.cocuk bu kanali pür dikkat, gözlerini ayirmadan izliyor ve bu süre içinde ne yaramazlik yapiyor,ne verilen yemeklere itiraz ediyor, ne de herhangi bir sorun çikartiyor.fakat süreç ilerledikçe, çocuk gerçek dünyadan kopuyor ve gerçek dünyadaki kisi ve nesnelerle iliski kuramaz hale geliyor.çocuk video kliplerdeki sarkicilara öykünüyor, onlar gibi hareket ediyor, etrafinda dönüyor, onlarin çikarttigi sesleri taklit ediyor ve video kliplerde kullanilan, devamli hareket eden imgeler yüzünden, dikkatini sabit bir noktada toplayamaz hale geliyor.iste bu nedenlerden dolayi, çocugun zeka gelisimi neredeyse duruyor. sonuç olarak;çocugun zeka gelisimi yavasliyor ve düsünme yetisinden yoksunlastirilmis sadece ekranda gördüklerini taklit eden insanlar ortaya çikiyor.bu olumsuz gelismenin, büyüme asamasinda olan çocuklar üzerindeki etkileri henüz tahmin edilemiyor. cocuk psikiyatrisi bölümü hocalari, ortaya çikarttiklari bu gelismeleri, tüm bulgulariyla beraber ''kral tv sendromu''adi altinda makale olarak yayinliyorlar.bu olay amerika'da ''mtv sendromu''olarak da biliniyor.anadolu ajansi bu olayi haber yapip tüm medya kuruluslarina geçiyor ancak medya bu olayin üzerine gitmek yerine, duymazliktan geliyor."
biz de kuzenime küçükken mustafa sandal klibi eşliğinde yemek yedirirdik. asla yemek yemeyen o çocuk, mustafa sandal izlerken şuursuzca ağzını açar, yanağına aldığı ''hadi yut'' darbeleriyle çiğnerdi lokmalarını.
şimdi de bizim en ufak torunda gözlemliyorum bu durumu. yürüteci var, ona koyuyor annesi-babası, bizim ufaklık onun içinde dönenirken bir anda televizyonu fark ediyor, özellikle reklamları ve kımıldatamıyorsunuz. dilediğiniz kadar seslenin, gürültü yapın o mıhlanıyor kalıyor orada. reklam bitince ayrılıyor oradan yanımıza geliyor. ben de annem de ''ah yazık çocuğa'' diye dertleniyoruz her görüştüğümüzde, ama annesi sürekli onunla boğuştuğu için, o reklam aralarında anneliğe kısa bir ara vermiş olmanın rahatlığını yaşıyor.
bir de bunu sadece çocuklara indirgemek ne kadar doğru bilmiyorum. dizilerle sunulan fairytale peşinde koşmuyor muyuz biz de milletçe, ya da polatların, seymen ağaların..
bu endüstri hepimizi aptallaştırıyor.
"istanbul üniversitesi cerrahpasa tip fakültesi çocuk psikiyatrisi bölümüne getirilen 0-3 yas grubundaki çocuklara, iletisimsizlik, dikkatini toplayamama, konusma bozuklugu, kolay kavrayamama, kendi etrafinda dönerek garip sesler çikarma gibi nedenlerden dolayi ''spastik''teshisi konulmustur.ancak kisa süre içerisinde spastik teshisi konulan cocuklarin sayisindaki artis, yetkililerin dikkatini cekmis ve yapilan arastirma herkesi sasirtmistir. aileler cocuklarini ev islerini rahatca yapabilmek için televizyon karsisina oturtup kral tv aciyorlar.cocuk bu kanali pür dikkat, gözlerini ayirmadan izliyor ve bu süre içinde ne yaramazlik yapiyor,ne verilen yemeklere itiraz ediyor, ne de herhangi bir sorun çikartiyor.fakat süreç ilerledikçe, çocuk gerçek dünyadan kopuyor ve gerçek dünyadaki kisi ve nesnelerle iliski kuramaz hale geliyor.çocuk video kliplerdeki sarkicilara öykünüyor, onlar gibi hareket ediyor, etrafinda dönüyor, onlarin çikarttigi sesleri taklit ediyor ve video kliplerde kullanilan, devamli hareket eden imgeler yüzünden, dikkatini sabit bir noktada toplayamaz hale geliyor.iste bu nedenlerden dolayi, çocugun zeka gelisimi neredeyse duruyor. sonuç olarak;çocugun zeka gelisimi yavasliyor ve düsünme yetisinden yoksunlastirilmis sadece ekranda gördüklerini taklit eden insanlar ortaya çikiyor.bu olumsuz gelismenin, büyüme asamasinda olan çocuklar üzerindeki etkileri henüz tahmin edilemiyor. cocuk psikiyatrisi bölümü hocalari, ortaya çikarttiklari bu gelismeleri, tüm bulgulariyla beraber ''kral tv sendromu''adi altinda makale olarak yayinliyorlar.bu olay amerika'da ''mtv sendromu''olarak da biliniyor.anadolu ajansi bu olayi haber yapip tüm medya kuruluslarina geçiyor ancak medya bu olayin üzerine gitmek yerine, duymazliktan geliyor."
biz de kuzenime küçükken mustafa sandal klibi eşliğinde yemek yedirirdik. asla yemek yemeyen o çocuk, mustafa sandal izlerken şuursuzca ağzını açar, yanağına aldığı ''hadi yut'' darbeleriyle çiğnerdi lokmalarını.
şimdi de bizim en ufak torunda gözlemliyorum bu durumu. yürüteci var, ona koyuyor annesi-babası, bizim ufaklık onun içinde dönenirken bir anda televizyonu fark ediyor, özellikle reklamları ve kımıldatamıyorsunuz. dilediğiniz kadar seslenin, gürültü yapın o mıhlanıyor kalıyor orada. reklam bitince ayrılıyor oradan yanımıza geliyor. ben de annem de ''ah yazık çocuğa'' diye dertleniyoruz her görüştüğümüzde, ama annesi sürekli onunla boğuştuğu için, o reklam aralarında anneliğe kısa bir ara vermiş olmanın rahatlığını yaşıyor.
bir de bunu sadece çocuklara indirgemek ne kadar doğru bilmiyorum. dizilerle sunulan fairytale peşinde koşmuyor muyuz biz de milletçe, ya da polatların, seymen ağaların..
bu endüstri hepimizi aptallaştırıyor.
Labels:
kültür endüstrisi
Tuesday, March 31, 2009
posta kutum doluyor
bizim kız buldu gene bu olayı: postcrossing. bilmediğin yerlerden tanımadığın insanlar sana kart atıyor. ilk başta bana deli saçması gelmişti. dahası, insanlar artık o kadar yalnızdılar ki, bir kart atacak kimseleri bile yoktu ve bu ihtiyaçlarını bu internet sitesinden gideriyorlardı.. yani öyle düşünmüştüm ilk başta. biraz da kendimi zorlayarak ilk 5 kartı yollayıp beklemeye başladım.
gerçi o kartları yollamam da o kadar kolay olmadı. kartı pulla yollamak istiyordum. ama ptt'deki amcalar ''saçmalama, geçirelim işte makineden, uğraşılır mı'' dediler. ben ısrar ettim. neyse tek tek hesaplandı nereye ne kadarlık pulla gideceği kartların, yapıştırıldı ve düştü kutuya. ben tabi ümitsiz, o kartlar kaybolur gider derken bir hafta sonra ''kartını aldım teşekkürler'' mesajları gelmeye başladı. sonra da bana kart geldi. bir, derken iki, üç.. kartlarda bir gariplik vardı ama. benim adım yazmıyor, direk adresle başlıyordu, gn. necmi öktem sokak.. kartlardan birinde ''hi necmi!'' yazınca anladım ki ben internet sitesine adresimi yazarken adımı yazmamışım, o otomatik çıkacak diye. saflık işte..
sonra ben de yeni adresler alıp yeni kartlar yolladım. ama üstüne ne yazacaktım? bu bina şu, şu bina da bu demek çok sıkıcı geldi. ben de nazım hikmet şiirleri yazayım dedim. onun çok sevdiğim bir şiirinin ingilizce çevirisini buldum internetten, ''letters from a man in solitary.''
kart küçük, benim yazmak istediğim dörtlükse büyük olduğundan ben girizgah yapmadan şiiri yazıp altına da Nazım Hikmet yazıyordum. bunun karşı tarafta yarattığı hasarı ise gene aldığım bir karttan anladım. şöyle diyordu ''cümlelerin kafamı karıştırdı, umarım iyisindir..'' beni hapiste sanmışlardı!! bu da onların saflığı işte..
ben de bıraktım artık şiir işini, gidip pera müzesi'nden kart aldım - ki çok güzel istanbul kartları yapmışlar. kendi koleksiyonlarındaki tabloların kartları olduğundan ben de işte ''bu müze koleksiyonundaki bir tablodur'' vb bildik cümleler yazmaya başladım. ama en azından herhangi bir şüphe bırakmıyorum. adresimi de düzelttim hemen. gerçi anlamadım o kartlar o halleriyle nasıl geldi. en itinayla kart yollarsın gelmez, üstünde isim yok, bizim binaya ulaşıyor. annem de ''bunların üstünde isim yok, sana geldi heralde'' deyip almış gelmiş yukarı.
kaç gündür ses çıkmıyordu, bugün 4 kartım birden oldu. 7 kart almışım, 8 tane yollamışım 37 günde..
bekliyorum yenileri için. benimkiler yerlerine ulaşacak, bana yeni kart yollama fırsatı çıkacak..
çok eğlenceli.. gerçekten! mesela ben ''ben müzelerle ilgileniyorum, bana müze kartı yollayın, üstüne de müze size ne ifade ediyor yazın'' demiştim. gerçekten buna saygı gösterenler var. ya da ''elimde müze kartı yok ama bizim buraların ünlü kulesi var, onu yolluyorum'' diyen..
siz de denemek isterseniz, buyurun postcrossing'e.
gerçi o kartları yollamam da o kadar kolay olmadı. kartı pulla yollamak istiyordum. ama ptt'deki amcalar ''saçmalama, geçirelim işte makineden, uğraşılır mı'' dediler. ben ısrar ettim. neyse tek tek hesaplandı nereye ne kadarlık pulla gideceği kartların, yapıştırıldı ve düştü kutuya. ben tabi ümitsiz, o kartlar kaybolur gider derken bir hafta sonra ''kartını aldım teşekkürler'' mesajları gelmeye başladı. sonra da bana kart geldi. bir, derken iki, üç.. kartlarda bir gariplik vardı ama. benim adım yazmıyor, direk adresle başlıyordu, gn. necmi öktem sokak.. kartlardan birinde ''hi necmi!'' yazınca anladım ki ben internet sitesine adresimi yazarken adımı yazmamışım, o otomatik çıkacak diye. saflık işte..
sonra ben de yeni adresler alıp yeni kartlar yolladım. ama üstüne ne yazacaktım? bu bina şu, şu bina da bu demek çok sıkıcı geldi. ben de nazım hikmet şiirleri yazayım dedim. onun çok sevdiğim bir şiirinin ingilizce çevirisini buldum internetten, ''letters from a man in solitary.''
kart küçük, benim yazmak istediğim dörtlükse büyük olduğundan ben girizgah yapmadan şiiri yazıp altına da Nazım Hikmet yazıyordum. bunun karşı tarafta yarattığı hasarı ise gene aldığım bir karttan anladım. şöyle diyordu ''cümlelerin kafamı karıştırdı, umarım iyisindir..'' beni hapiste sanmışlardı!! bu da onların saflığı işte..
ben de bıraktım artık şiir işini, gidip pera müzesi'nden kart aldım - ki çok güzel istanbul kartları yapmışlar. kendi koleksiyonlarındaki tabloların kartları olduğundan ben de işte ''bu müze koleksiyonundaki bir tablodur'' vb bildik cümleler yazmaya başladım. ama en azından herhangi bir şüphe bırakmıyorum. adresimi de düzelttim hemen. gerçi anlamadım o kartlar o halleriyle nasıl geldi. en itinayla kart yollarsın gelmez, üstünde isim yok, bizim binaya ulaşıyor. annem de ''bunların üstünde isim yok, sana geldi heralde'' deyip almış gelmiş yukarı.
kaç gündür ses çıkmıyordu, bugün 4 kartım birden oldu. 7 kart almışım, 8 tane yollamışım 37 günde..
bekliyorum yenileri için. benimkiler yerlerine ulaşacak, bana yeni kart yollama fırsatı çıkacak..
çok eğlenceli.. gerçekten! mesela ben ''ben müzelerle ilgileniyorum, bana müze kartı yollayın, üstüne de müze size ne ifade ediyor yazın'' demiştim. gerçekten buna saygı gösterenler var. ya da ''elimde müze kartı yok ama bizim buraların ünlü kulesi var, onu yolluyorum'' diyen..
siz de denemek isterseniz, buyurun postcrossing'e.
Labels:
postcrossing
Sunday, February 15, 2009
Subscribe to:
Posts (Atom)